Benim İçin Bağımsız Yaşam

[Bu yazı ilk olarak Eşit, Erişilebilir, Engelsiz Hayat Dergisi’nin Nisan 2018 sayısında yayınlanmıştır.]

Bu ay, siz okurlarımızı bir farkındalık yaratma eylemine davet edeceğim; ama önce, eski yazılarımda değinmiş olduğum Bağımsız Yaşam kavramından biraz daha ayrıntılı bir şekilde bahsetmek istiyorum.

Bağımsız Yaşam kavramını öğrendiğim ilk andan beri, bu kavramın engellilik alanındaki hak arayışının temelinde olduğunu düşünüyorum. Hatta bugün bu alanda mücadelesini verdiğimiz her şey, ancak engellilerin bağımsız yaşama ve topluma dâhil olma hakkı tanınırsa uygun bir şekilde hayata geçirilebilir hale gelmektedir. Ayrıca, diğer hakların elde edilmesi ve olması gerektiği gibi uygulanmasının da bağımsız yaşam hakkını destekleyici bir etkisi vardır. Dolayısıyla, diğer hakların uygulanmasında bir araç işlevi gören bağımsız yaşam hakkı, aynı zamanda başlı başına önemli bir amaçtır. Ancak, bu konu hakkında fırsat buldukça konuştuğum zaman fark ediyorum ki engelliliğe yönelik hak temelli bir bakış açısına sahip birçok kişi Bağımsız Yaşam’ın hayatımızdaki önemini kabul ediyor ama tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyor. Öte yandan, engelliliğe bambaşka açılardan bakan kişilerin, engellilerin bağımsız yaşam hakkına sahip olduğunu bile düşünebileceğini sanmıyorum… O yüzden bu konu hakkında biraz daha konuşmamız lazım.

Bağımsız Yaşam, aslında kısacık bir yazıda aktarılabilecek bir kavram değil. Uzunca bir tarihçesi var çünkü bu hak elde edilene kadar bağımsız yaşam adına oldukça yoğun bir mücadele verildi. Bu kavramın Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’ne girmesini sağlayan da Avrupa ve Amerika’daki engelli bireylerin bu zamana kadar bu alanda yaptıkları oldu. Bu hareket, ilk olarak, o dönemde sıklıkla görüldüğü üzere, engellilerin toplumdan tecrit edilmiş bir şekilde, yatılı bakım evlerinde değil, toplum içinde kendi tercih ettikleri yerlerde yaşamaya hakları olduğu fikrinin savunulmasıyla başladı. Engellilerin toplu olarak kaldığı kurumlara karşı çıkılmasının nedeni bu kurumlardaki yaşam koşullarının çok kötü olmasının yanında, en iyi kurumlarda bile, engellilerin kendi hayatları üzerinde seçim ve kontrol olanağının olmamasıydı. Her gün saat kaçta uyanacaklarından, nerede ve kiminle yaşayacaklarına kadar hayatlarına dair tüm kararları diğer herkesin yaptığı gibi kendilerinin vermesi gerektiğine inanan engelli bireyler, bunu sağlamanın yolları üzerinde düşünmeye başladılar. İşte, bu noktada, bağımsız yaşama ve topluma dâhil olma hakkı, erişebilirlik ile yakından ilişkili hale geldi çünkü engellilerin kendi tercih ettikleri yerde yaşayabilmesinin ilk koşulu konutların erişilebilir hale getirilmesiydi. Böyle bir konuta sahip olduktan sonra yapılması gereken, engelli bireylerin günlük yaşamlarında ihtiyaç duyduğu desteği kendi ihtiyaç duydukları şekilde nasıl alabileceklerinin bulunmasıydı – çünkü herkes tek tip desteğe değil, farklı miktarda ve farklı şekilde desteklenmeye ihtiyaç duyuyordu. Böylece engelli bireylerin, kendilerine destek olacak kişiyi kendilerinin seçtiği ve işi, bu kişilere kendilerinin verdiği ancak destek olan kişinin ücretinin devlet tarafından karşılandığı kişisel asistanlık sistemleri kuruldu. Bu sistemler her ülkenin sosyal güvenlik sistemlerine göre değişiklik gösterse de, engellilerin, başkalarının kesin gözüyle baktığı birçok şeyi kimseye bağımlı hissetmeden yapabilmelerini sağladı. Özetle, özellikle yaşamlarını sürdürebilmek için daha yoğun desteğe ihtiyaç duyan engelli bireyler, günlük yaşamlarını istedikleri gibi planlayabilmeye, istedikleri zaman dışarı çıkıp istedikleri yerlere gidebilmeye başladılar.

Bu sistem, bildiğiniz gibi, Türkiye’de var olan bir sistem değil. Bu nedenden, bağımsız yaşam hakkının Türkiye’de olması gerektiği şekilde uygulanmadığını söyleyebiliriz. Bunun olmayışı, engelli bireylerin bir kısmının evinde mahsur kalmasına, bir kısmının eğitimini yarıda bırakmasına, bir kısmının çalışamamasına, bir kısmının ailesinin yanından ayrılamamasına veya bir kurumda yaşamak zorunda bırakılmasına neden oluyor. Dolayısıyla, engellilerin ihtiyaç duydukları desteği aldıklarında herkes gibi bağımsız birer birey olabilecekleri düşüncesinin toplumda yerleşmemiş olması, engellilik alanında savunduğumuz birçok şeyin tam anlamıyla gerçekleşememesine yol açıyor. Bağımsız yaşam hakkının ve kişisel asistanlık sisteminin uygulanamamasının bir sonucu olarak, engelliler de bağımsız yaşayabileceklerine ihtimal veremez hale geliyorlar. Bu, aynı zamanda engellilerin psikolojik ve sosyal anlamda güçlenmeleri de engelliyor. Bütün bunlar, bağımsız yaşama ve topluma dâhil olma hakkının önemini bir kez daha vurguluyor.

Şimdi gelelim etkinliğimize… Tam da bu alanda çalışmalar yürüten Avrupa Bağımsız Yaşam Ağı, 2014 yılından beri, 5 Mayıs’ı Avrupa Bağımsız Yaşam Günü olarak kutluyor. Bu sene, Türkiye’de Bağımsız Yaşam’la ilgili farkındalığın artması amacıyla, ben de herkesi 5 Mayıs’ta #bağımsızyaşam #bağımsızyaşamgünü gibi etiketleri kullanarak, Bağımsız Yaşam’ın sizler için ne anlama geldiğini sosyal medya hesaplarınızdan paylaşmaya davet ediyorum. Böylelikle bu zamana kadar bir şekilde pek de üzerinde durmadığımız bir konuyu tartışmaya açabiliriz… Haydi, desteğe!

Ben başlıyorum: Benim için #bağımsızyaşam her işimi kendim yapabilmek değil, ihtiyaç duyduğum desteği alabilmek ve hayatıma dair kendi kararlarımı uygulayabilecek olanaklara sahip olmaktır. Bunun ne kadar güçlendirici bir yaşam tarzı olduğunu kendim de birkaç kere deneyimleme fırsatı buldum. Gelecek yazılarımda bunlardan da bahsederim belki…

Ruh Sağlığı Bir Sakatlık Meselesidir

[Bu yazı ilk olarak Eşit, Erişilebilir, Engelsiz Hayat Dergisi’nin Temmuz 2019 sayısında yayınlanmıştır.]

Burada senelerdir sakatlık hakkında konuşuyoruz; ve dolayısıyla, sakatlık deyince hepimizin zihninde aşağı yukarı benzer şeyler canlanıyor artık: Fiziksel düzenlemelerin yetersizliği, önyargılı ve saldırgan tutumlar, ilişki kurmakta yaşanan zorluklar, toplumdan dışlanma deneyimleri, eğitimde ve istihdamda karşılaşılan güçlükler, bağımsız yaşamın önündeki engeller ve daha birçok şey… Tüm bu konuları, çoğunlukla fiziksel bir sakatlığı olan kişilerin deneyimleri üzerinden tartışıyoruz ama bu esnada, sakatlık meselesinin kapsadığı önemli bir alanı unutuyoruz. Bu yüzden, ben bu ay hem klinik psikoloji hem de sakatlık alanında çalışan biri olarak, sizlere biraz ruh sağlığının neden bir sakatlık meselesi olarak görülmesi gerektiğinden bahsedeceğim.

Ruh sağlığını çeşitli şekillerde tanımlayabiliriz ama ruh sağlığı deyince, aklımıza yalnızca mutlu olmak, kendine güvenmek, herkesi sevmek gibi olumlu duyguların ve duygu durumlarının gelmemesi gerektiğini vurgulayarak başlamak istiyorum. Bunların yanında, üzülmek, kızmak, endişelenmek, korkmak, kendine güvenememek, kendini beğenememek gibi duygular ve duygu durumları da ruh sağlığının göstergelerinden olabilir – çünkü hiçbir duygu kendiliğinden kötü değildir ve hepsinin bir işlevi vardır. Dolayısıyla, ruh sağlığı sorunları yaşayan kişilerin çoğunlukla tüm bu saydığım duyguları daha az ya da daha çok yaşadıklarını söylememiz mümkündür.

Peki, ruh sağlığı sorunu yaşamanın, işlevsellik açısından anlamını netleştirdiğimize göre, ruh sağlığının sakatlık meselesiyle ilişkisine geçebiliriz. Aslında ruh sağlığı ve sakatlık arasındaki ilişki zihnimde netleştikçe, psikoloji çevrelerinde bu ilişkiye değinilmemesi benim için iyice şaşırtıcı olmaya başladı. Zira diğer sosyal bilimlerden psikiyatri ve klinik psikolojiye yöneltilen eleştirilerin temelinde sakatlığın tıbbi bir sorun değil, toplumsal bir sorun olduğunu savunan bakış açısı bulunur. Bu eleştiriler, öncelikle ruh sağlığı sorunu yaşayan kişiyi çevresinden bağımsız değerlendirmemizin mümkün olmadığını vurgular. Aynı zamanda, bu eleştirilere göre, biraz önce bahsettiğim duygulardan hangisinin az, hangisinin çok olduğunu, hangi davranışın işlevsel olduğunu, hangisinin işlevsel olmadığını toplum tarafından dayatılan bir “normal”e kıyasla belirlemek bireysel farklılıkları hiçe sayar ve sorunu toplumsal bir sorun olmaktan çıkararak, sorunun ortaya çıkmasından kişinin kendisini sorumlu tutar. Oysa, ruh sağlığı toplumsal bir meseledir. Pek çok ruh sağlığı sorununun toplumun kişinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmemesi nedeniyle ortaya çıkmasının yanında, ruh sağlığı sorunlarının ortaya çıkmasından sonra da var olan toplumsal destek mekanizmalarının yetersizliği de ruh sağlığını toplumsal bir mesele haline getirir. Aynı, bu zamana kadar konuştuğumuz sakatlık meselelerinde olduğu gibi.

Bunların yanında, ruh sağlığını sakatlık meselesi haline getiren şeylerden bir diğeri de toplumun ruh sağlığı normunun bireyler üzerinde yarattığı baskıdır. Toplumsal normlar nedeniyle sağlam-bedenliliğin, kendi kendine yetmenin zorunlu hale gelmesi gibi, sağlam bir ruh sağlığına sahip olmak bir zorunluluk olarak algılanır çünkü bitirilecek okullar, yapılacak işler, gerçekleştirilecek hedefler, kurulacak ilişkiler vardır. Bu yolda, üzülmeye, içine kapanmaya, yetersiz hissetmeye, vazgeçmeye, kaçmaya ve “başarısız olmaya” yer yoktur. Herhangi bir konuda bir kere “başarısız olduysanız”, bir yerde ruhsal bir çöküntü yaşadığınız fark edilirse, bu durum, kendinizi ne kadar toparlarsanız toparlayın üzerinize yapışır. Kronik bir ruh sağlığı sorunu yaşıyorsanız, iş bulmanız diğer herkese kıyasla zorlaşır. İlişkilerde insanların önyargıları baskın çıkar ve bu, tüm ilişki biçimlerini olumsuz etkiler. Tüm bu sorunları yaşayan kişiler kendileri dışında herkesin hiç yorulmadan çalıştığı, bir tek kendilerinin sisteme ayak uyduramadığı ya da bir tek kendilerinin ilişki kurmakta zorlandığı izlenimine kapılır – çünkü fiziksel sakatlıklardan farklı olarak, ruh sağlığı sorunları görünmezdir ve kimin nasıl bir sorunla yaşamına devam etmekte olduğunun konuşulmadıkça anlaşılması mümkün değildir.

Sorun şu ki, ruh sağlığı sorunları buraya kadar yazdığım sebeplerden dolayı toplumda açıkça konuşulmaz! Ruh sağlığı sorunu yaşayan kişiler bir şekilde yaşadıkları sorunları anlatma cesareti bulsalar bile çoğunlukla diğer kişilerin beceriksizliği veya acımasızlığıyla karşılaşır. “Üzülecek ne var, haline şükret”lerin, “Çabalamıyorsun, kendini bıraktın iyice”lerin, “Böyle devam edersen, herkesi kaybedeceksin”lerin, fiziksel sakatlığı olan kişilerin çevrelerinden duyduğu sınırsız yorumlardan farkı yoktur. Her ikisinde de yorumlar, sağlamlığı nedeniyle kendini üstün gören kişiler tarafından yapılır. Bu üstünlük kurma hali, bazı durumlarda, ruh sağlığı sorunları yaşayan kişilerin kendi kararlarını almalarının ve hukuki işlemleri tek başlarına gerçekleştirmelerinin engellenmesine, oy kullanma haklarının elinden alınmasına ve zorla kurumlara kapatılmalarına kadar gider. Gördüğünüz üzere, bunların hiçbiri, bu zamana kadar sakatlık çerçevesinde konuştuğumuz ve tartıştığımız insan hakları ihlallerinden de farklı değildir.

Tam da bu nedenle, ruh sağlığının sakatlık çevrelerinde bir sakatlık meselesi olarak yeterince ele alınmaması da beni şaşırtıyor. Acaba diyorum, biz de ruh sağlığı sorunu yaşayan kişilere karşı önyargılı olabilir miyiz? Bedene dair sağlamcı normları sorgularken, ruh sağlığına dair sağlamcı normları gözden kaçırıyor olabilir miyiz? Ruh sağlığını yalnızca bireysel bir mesele gibi görüyor ve ruh sağlığı sorunu yaşayan kişileri kendi durumlarından sorumlu tutuyor olabilir miyiz? Böylece aslında kendimizi aynı durumda bulmaktan koruduğumuzu sanırken tam da o durumu ortaya çıkaran sistemi devam ettiriyor olabilir miyiz?

Beraber düşünelim…